BATI ŞUURUNDA HUNLAR

BATI ŞUURUNDA HUNLAR 

Bu çalışmamızda, Batı şuurunun Hunlara neden yalnızca olumsuz tasvirler ve temsiller isnat ettiğini inceleyeceğiz. Çalışmamız üç kısımdan oluşmaktadır. İlk olarak, Hunlar hakkındaki Batı tasvir ve temsillerini sıralayacağız. Şahit olacağımız üzere, Batı şuurunda, Hunlar hakkında yalnızca olumsuz değerler yüklenmiş tasvirler ve temsiller bulunmaktadır. Batı önyargısı, büyü
k ölçüde Macar Kronikleri’nin (Hungarian Chronicles) ilmî araştırmalarından beslenmiştir. 19. yüzyıl Macar karşıtı Alman ekolünün etkisinin yüzünden, ilk Macar tarih kitapları ‘faydasız’ olarak nitelendirilmiştir.

Çalışmamızın kalan kısımlarında ise, Hunların Batılı temsillerinin neden ziyadesiyle olumsuz olduğu sorusuna bir cevap bulmaya çalışacağız. Bu sorunun cevabı, Avrasya eksenli Batı jeopolitik gelenekleriyle yakından ilgilidir. Bu tarz Batılı jeopolitik teorilerini, ilk olarak bilinçli bir şekilde Halford John Mackinder 1904 yılında kaleme almış olduğu ‘Tarihin Coğrafî Kalbi’[1] adlı makalesinde ifade etmiştir. Mackinder’in sisteminde Doğu Avrupa ve Orta Asya hayatî bir önem arz eder. Bu yerler tam olarak, göçebeler olarak adlandırılan grupların tarihin akışı içerisinde ortaya çıkıp idareleri altında tuttukları bölgelerdir. Mackinder’in sistemi, Hunların akınlarını anlamakta oldukça faydalı bilgiler sunmaktadır. Atilla’nın en büyük gayesi olan bir dünya gücü olabilmek için verdiği uğraş da, Mackinder’in çalışmasında yetkin bir şekilde çözümlenmiştir.[2] Bu yüzden, Atilla’nın dünya sahnesinde gün yüzüne çıkışından bugüne kadar neden Batılı tarih kitaplarında dünyanın en kötü barbarı ve Batının düşmanı olarak temsil edildiğini anlayabilmekteyiz. En dikkat çekici olan ise, ilk Macar tarih kitapları olan ortaçağ Macar Kronikleri, Macarları Hunların ve Macar kraliyet ailesi Árpádları Attila’nın soyundan göstermekteydiler; Macarlar Avrupa’nın kalbinde güçlü bir krallık kurduktan sonra kaleme alınmaya başlayan kroniklerde ise, şu an Batı siyasî sistemine bütünüyle eklemlenme çabasının ne boyutta olduğu açıkça gözlenebilir.

Macar tarihçiler, Macarların Hun bakiyesi olduğu gerçeğini dile getiren tarih geleneğini on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Bu durum Almanya’da ortaya atılan kadîm aryanlar teorisinden sonra gelişmeye başlamıştır. Alman Aryanizmi, Steplerin atlı (göçebe) kültürüyle bağlantılı kılınmaya çalışılmıştır. Ne var ki, bir tek Macarların Steplerle bir bağlantısı kurulamamıştır(!). Son olarak, Steplerin göçebe insanları mevzu bahis olduğunda tarih yazıcılığının Batılı temsil ve önyargıları kullanmakta kendini neden bu kadar rahat hissettiğini ele alacağız. Buradan hareketle, göçebe medeniyetinin özelliklerini ve olaylarını yeniden ve fakat değişik bir şekilde ele alan incelememize geçeceğiz. Ancak o zaman, Avrasya topraklarının siyasî, sosyal ve fikrî gelişimine katkıda bulunan tarihin geniş bağlantılarını anlayabileceğiz. Kendimizi bu şekildeki temsillerden kurtarabildiğimiz an, göçebe medeniyetinin fikrî ve fizikî unsurlarını anlayışlı bir şekilde kavrayabileceğiz.


1. Hunların Batı Tarzı Temsilleri (Stereotypes)

Erken dönem Batı kaynaklarını oluşturan Roma, Got ve ilk Hıristiyan (Kilise) raporlarından müteşekkil kaynaklarda Atilla ve Hunlar hakkında Hun-karşıtı temsiller bulunmaktadır. Erken dönem kaynaklarında Hunlar hakkında gün yüzüne çıkan bu temsiller sonraki yüzyılların önyargılarını beslemiştir. Bunun da ötesinde, 18. yüzyıl İngiliz tarihçisi Edward Gibbon gibi sonraki yüzyıllarda konuyla ilgilenecek olan tarihçiler için bu kaynaklar [tarihî] “olgular” sunacaktır.[3] Atilla ve Hunlar hakkındaki bu tarzdaki Batılı temsiller, aslında Hunları ve Atilla’yı olumsuz bir şekilde tasvir etmektedir. Batılıların gözünde Atilla ve onun Hun birlikleri mütecaviz, yok edici ve barbarlardan başka bir şey değildir.Hunların hükümdarı olarak Atilla, Flagellum Dei yani “Tanrı’nın Kırbacı” olarak resmedilmiştir. Hunlar hakkındaki ananevî İtalyan ve Fransız tasvirleri bütünüyle olumsuzdur. ‘Walter ile Hildegrund’ ve ‘Nibelungen’ gibi ananevî Alman masallarının şarkıları ise nispeten daha ılımlıdır. Bu masallar, ananevî Alman metinlerinde mantıklı, itidalli ve bağışlayan bir hükümdar olarak resmedilen Atilla hakkında daha dengeli bir tablo sunarlar.[4]

Hunlar hakkındaki en önemli erken dönem kaynağı, büyük ihtimalle hayatı boyunca tek bir Hunla bile karşılaşmamış, Romalı bir asker olan Ammianus Marcellinus’a (M.S. 330-395) dayandırılır. Roma İmparatorluğu hakkında yazdığı otuz bir ciltten oluşan bu büyük çalışmasında Hunlar hakkında bilgiler bulunmaktadır. Ne var ki, çalışmasının yalnızca son on sekiz cildi bugüne kadar ulaşabilmiştir. Howarth (1998, 160), Ammianus’un Hunlar hakkında yalnızca istikrah (antipati) ile yazdığını vurgular; haricen, bu atlılar hakkında doğru olmayan ve gerçekleşmiş olması mümkün olmayan veriler kaydettiğini belirtir:

Ammianus barbarlara karşı düzenlenmiş olan seferlerden söz eder; ne var ki bunlar, özellikle de Hunlarla ilgili kısımlar dikkat çekici bir şekilde önyargılarla doludur. Örneğin, bir ifadesi açıkça yanlıştır. Bu ifadesinde Hunların dine ya da herhangi bir itikada hiçbir saygı beslemediklerini söyler. Ammianus’un herhangi bir Hunla karşılaştığını destekleyecek hiçbir kanıt bulunmamaktadır ve onun Hunların adetleri hakkındaki yorumları açık bir şekilde eksik bilgilerle ortaya atılmış söylentilere dayanmaktadır. Bunlardan bazıları; Hunların elbiselerinin tarla farelerinin derisinden yapıldığı ve doğumlarından sonra çocuklarının yüzlerinin kızgın demirle derinlemesine dağlandığı şeklindedir. Hunların hayat tarzıyla ilgili Ammianus tarafından yazılan bir yorum,yüzyıllar boyunca ardından gelen diğer yorumcular tarafından tekrar edilmiştir: ‘[Hunlar], çok kaba oldukları için yemeklerini ne pişirirler ne de ona herhangi bir baharat katarlar ve ele geçirdikleri tarlalardaki bitki kökleri ya da herhangi bir hayvanın yarı çiğ eti üzerinde yaşarlar; ayrıca bu yarı çiğ etleri, kendi kalçaları ile atlarının sırtı arasına yerleştirerek onu ısıtırlar. Aslında çiğ etin eyer altına yerleştirilmesi, atların aşırı sürtünmeden korunması için uygulanan ananevî bir yöntemdir.’

Bu arada, Roma İmparatorluğu tarihini ilmî manada ilke kez ayrıntılı bir şekilde incelen Edward Gibbon, Ammianus’un büyük bir tarihçi olduğunu düşünmüş ve onun çalışmasını övmüştür.

Bir diğer önemli yorumcu, pek efsaneyi, söylentiyi ve yanlış hikâyeyi tarihî olgularla karıştıran, Got tarihçi Jordanes’tir (†552). ‘Gotların Menşei ve Başarıları’ (551) adlı kitabında Gotların tarihini ele alır. Howarth’a göre (1998, 159), bir Got bakiyesi olarak Jordanes Hunları değerlendirirken ziyadesiyle özneldir. Hıristiyan olmadan önceki dönemini ‘cahil bir adam’ olarak niteleyen Got yazar, Gotların yaşadığı Kırım’a Hunların nasıl geldiğini şu şekilde anlatmaktadır:

Hunların ve Gotların çok yakın bir çevrede uzun bir süre boyunca birbirlerinin varlıklarından haberdar olmadan yaşadıkları düşünülmüştür. Bir gün, Hunlara ait bir yavru inek bir at sineği tarafından sokulur ve uzak kıyının bataklık sularına doğru koşuşturmaya başlar. Bir sığırtmaç yavru ineği takip eder ve gördüklerini Hunlara bildirir. ‘Avcılar’ der Jordanes, Keriç bataklıkları yolunu ‘izlemiş’ ve denizi geçmek kadar imkânsız tasavvur edilen bu mesafeyi yürüyerek geçmişlerdir.[5] Şimdi, İskitlerin bilinmeyen yurtluğu kendisini açmıştır. İmdi, benim kanaatime göre, Hunların da kendilerinin soyundan olan kötü ruhlar İskitlere olan kıskançlıklarından dolayı böyle bir şey yapmışlardır. Ve Keriç Boğazı’nın ötesinde bir başka toprak parçası olduğundan büyük ölçüde habersiz olan Hunlar artık İskit yurtluğunu büyük bir hayranlıkla doldurmaya başlamışlardır.[6]

Batı yazınında (literatüründe), Aziz Jerom’un (347-420) Hunlar hakkındaki düşünceleri de sıklıkla iktibas edilir. İncil’i Latinceye tercüme eden ve bu tercümesi ile mütercimlerin, kütüphanecilerin ve ansiklopedicilerin koruyucu azizi sayılan Aziz Jerom, Kilisenin Kurucu Babaları’ndan biri olarak kabul edilmektedir. Hunlar hakkında şu cümleleri kaleme almıştır:

Efsanenin Gallik [Fransız] söylenişinde, Atilla ve ordusu 452 yılında Katalunya Düzlükleri’ne doğru ilerlemektedir. Roma ordusuyla savaşa tutuşmadan iki gün önce, Atilla’nın adamları gelecekten haber verebilen yaşlı bir kâhin yakalarlar. Atilla, yaşlı kâhini kendisine gelecekten haber vermesi için yanında alıkoyar. Kâhin, Atilla’ya şu sözleri söylemiştir:Atilla, Batı ananelerinde Flagellum Dei- ‘Tanrı’nın Kırbacı’ olarak anılır. Bu nitelendirmenin kökeninin nereden geldiği belli değildir. Fransız tarihçi ve Meclis üyesi Amadée Thierry (1797-1873), Hunları ve onların ananelerini dört ciltte ayrıntı bir şekilde ele almış ve bu efsanenin kökeninin beşinci ve sekizinci yüzyıllar arasında konumlandırılması gerektiğini dile getirmiştir. Bu konu hakkında ayrıntılı bir şekilde çalışan Thierry, bu efsanenin Fransa ve İtalya’da iki ayrı söylenişinin olduğunu saptamıştır.[8]

"Sen, Tanrı’nın Kırbacısın, ne var ki eğer Tanrı isterse sen onun intikamını alabilirsin. Ve sen [Atilla], elindeki bu gücün dünyadan menşe bulmadığına inanacaksın."

Bu sözlere kızacağına, efsanenin bize söylediğine göre, Atilla böylesi bir nitelemeden dolayı gururlanır:

‘Gideceği Cehenneme övgüde bulunarak yerinden sıçradı ve haykırdı: Yıldızlar alaşağı oluyor ve dünya sarsılıyor, Ben dünyaya çarpan çekicim.’

Atilla’nın bu şekilde tasvir edilmesi daha sonra İtalya ve Fransa’da yerleşik bir hal alacaktır. Bu tasvir, bütün yazın türlerinde ve sahne oyunlarında gün yüzüne çıkar.[9] O zamandan sonra, Rönesans Venedik’inde Atilla artık iyi bilinen hayalî bir karakterdir. Örneğin, Giovanni-Maria Barbieri Atilla hakkında adı ‘La Guerra d’Attilla, Flagello di Dio’ olan ve 1525 ile 1632 yılları arasında yirmiye yakın baskısı yapılan uzun bir şiir yazar. Barbieri, ‘Libro d’Attilá’ adını verdiği bir diğer uzun şiirinde Atilla’yı, Hıristiyanlara eziyet eden ve Macar kralının kızı ile bir kurdun birleşmesinden dünyaya gelmiş biri olarak anlatır. 17. yüzyılda Atilla, Fransız oyun yazarlarının en fazla kullandıkları konulardan bir haline gelmiştir. 1647 yılında, Cizvitlerin gözetiminde eğitim veren Rouen Kraliyet Koleji, ‘L’Épée fatale ou le fleau d’Atilla’ (Öldüren Kılıç ya da Atilla’nın Kırbacı) adındaki bir oyunu sahneye taşır. Bu oyun, Hunların hükümdarı olan Atilla’yı olumsuz bir biçimde tasvir eden bir dizi diğer oyun için de bir model olmuştur.

‘Barbar Hunlar’ ve ‘Tanrı’nın Kırbacı Atilla’ şeklindeki Batı ananelerine ait olan temsiller ilkin şehirde oturan ve şehir dışında kalan tüm göçebeleri “barbarlar” olarak yaftalayan Grekler ile birlikte başlar. Grekler, barbar nitelemesini başlarda Yunanistan’ı fethetmeye çalışan Perslere atıfta bulunmak için kullanmaya başlamışlardır. Perslerden sonra ayrıca yabancı ve basit görünüşlü İskitler de Grek tarihçi Herodot tarafından bu sınıflandırmaya tabi tutulmuştur. Herodot aslında sözde barbar insanlar hakkında yapmış olduğu bu tanımlamasıyla, sonraki yüzyıllarda bu göçebe insanlarla ilişkili her bağlantıda kullanılabilecek bir çeşit ‘antropolojik model’ sunmuştur. “Barbar” kelimesinin sonraki yüzyıllarda kullanılan tanımlamalarda, aslen “kültürel düşüklük”, “yabancı” ve “Grek dilini konuşamayan” anlamlarına gelirken daha sonra “savaş düşkünü”, “mütecaviz”, “yok edici” ve “müstebit” [despot] anlamları yüklenmiş bir yaftaya dönüştürülmüştür. Beller (2007, 266-268), Batı Avrupa milletlerinin “barbar” kelimesini işlev, adlandırma ve yaftalama bakımından Kuzey’den, Doğu’dan ve Asya’dan gelen bütün mütecaviz dalgalar için kullandıklarını iddia etmektedir.[10] Bu durum Hunlar için de geçerlidir. “Barbar” kelimesinin antik kullanımı, Romalılar tarafından Alman boyları için ‘medenileşmemiş’, ‘mütecaviz’, ve ‘sarhoş’ barbarlar biçiminde uyarlanmıştır. Barbarların tasvirlerinin olumsuz biçimleri, antik dönem ananelerini bir üstünlük iddiası olarak kullanan İtalyan Rönesans yazarlarınca da uyarlanmıştır. Kıyas etmek için örneğin yukarıda anılmış olan Barbieri’nin çalışmalarına bakılabilir. Hümanistler tarafından takdir edilen Rönesans dönemi yazarları, Avrupalı milletlerin kültürel mirası olarak adeta yeniden keşfedilmiş ve modern bir millî kimlik inşasında ilk zemin olarak kullanılmışlardır. Kişinin kendi millî değerlerini tanıtması genellikle diğer komşu milletlere kendiliğinden bir değersizlik atfetme ile sonuçlanır ve onlar kişinin anlam dünyasında düşman ya da barbarlar olarak işaretlenir. Bu ananevî yaklaşım içerisinde, ananevî Batı Grek-Roma İmparatorluğu’nun dışında kalan tüm insanlar ‘barbarlar’ olarak damgalanmışlardır.

On sekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Aydınlanma Çağı’nda, Batı aydınları sözde barbar insanları sınıflandırmaya başlamışlardır. Voltaire gibi Fransız ansiklopedistleri ya da Baron De Tott ve Charles de Peyssonnel gibi Fransız diplomatları, Doğu Avrupa’nın ve Orta Asya’nın sözde barbar insanlarını ele alarak bu tarz bir sınıflandırmayı başlatmışlardır. De Peyssonnel, örneğin iki tür barbar işgali olduğunu söylemiştir. Bunlardan ilkini ‘Barbares Orientaux’ [Doğulu Barbarlar] olarak adlandırmıştır. Aslında bunlar, Doğu’nun batı kıyısından ayrılmış olan İskitlerden başkası değildir. De Peyssonnel ve diğer aydınlanma dönemi araştırmacıları, sözde barbar insanları sınıflandırmaya tabi tutarken, ayrıca antropolojik yaftaları da çalışmalarında ilmî bir veri olarak kullanmaktan geri kalmamışlardır. Hunları sınıflandırırken, De Peyssonnel antik kaynaklar ile on sekizinci yüzyılın antropolojik gözlemlerini adeta harmanlamıştır:[11]

Şairlerin ve tarihçilerin bize bu insanlar hakkında sunmuş oldukları portreler, aşırı derecede çirkin ve kirli, çevik, yorulmak bilmez ve her daim at sırtında olan günümüz Tatarlarına ve özellikle de Nogaylarına son derece benzemektedir.

Gibbon’un çalışmasında, sözde barbarlara atıfta bulunan bütün temsilleri görebilmekteyiz. Hun ‘sürüleri’ ırk olarak ‘çirkin’; Hunlar herhangi bir medeniyete sahip değildir; ilimlere dair en ufak bir şey bilmezler; sanatlar için uygun değildirler ve onlar da tıpkı Grekler tarafından “barbar” olarak temsilleştirilen İskitlerle aynıdırlar.

Gibbon, ‘Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi’ adındaki kitabının 34. bölümünde Atilla ve Hunları tartışır. Hunların İskitlerle ilişkili olduğu görüşünü savunur. Bu sebeple, Hunları Doğu Avrupa’nın coğrafî alanına yerleştirir: ‘Onların muzaffer sürüleri [akıncıları] Volga’dan Tuna’ya kadar yayılmışlardı.’[12] Atilla, ırkî yaftalarla tanıtılmış ve Gibbon ile aynı çağda yaşayan sözde “barbarlarla” bağdaştırılmıştır:
Antik İskit ile “çağdaş Kalmuk”un kıyaslanması aslında barbarların bir nevi eşleştirilmesidir. Gibbon öncekileri insan kurban etmekle suçlarken, Hunların da herhangi bir medeniyet taşımadıklarını iddia eder. Gibbon’a göre ‘İskit kralı’, Romalı esirleri İskit çöllerinde bilimlerin ve sanatların yerleşmesinde kullanmakta yeteri kadar duyarlı davranmamıştır. Diğer taraftan Gibbon, barbarların da aslında kültürlü bir hale gelebileceklerine ve onların gelişimleri için teşvik edilebileceklerine ikna olmuş görünmektedir, fakat: “Yerleşimini Tuna, Theiss ve Yukarı Macaristan düzlüklerindeki Karpat Tepeleri’ne kuran Atilla, İskitli atalarının basitliğini ne şekilde olursa olsun korumaya devam etmiştir.” Tıpkı De Peyssonnel açısından olduğu gibi, Gibbon için de Doğu Avrupalı barbarların etnografik tanımlanmalarında İskitler vazgeçilmez bir öğe olarak kabul edilmiştir.[13]Atilla’nın portresi çağdaş bir Kalmuk’un gerçek biçimsizliğini yansıtır; büyük bir kafa, esmer bir cilt, yüze batık küçük gözler, düz bir burun, sakal yerinde birkaç tüy, geniş omuzlar ve kısa bir tıknaz beden, orantısız bir biçimden gelen asabi kuvvet.


2. Macar Kroniklerinde Hun Ananesi

En önemli orta dönem Macar Kronikleri şunlardır: (1) 12. yüzyılın sonu ve 13. yüzyılın başında Anonymus (isimsiz) tarafından kaleme alınmış olan ‘Gesta Hungarorum’ (Macar Vesikaları). Anonymus adının Árpád soyundan gelen Macar Kralı III. Béla’nın saray kâtibi tarafından kullanılan müstear ad olduğu bilinmektedir; (2) ‘Gesta Hunnorum et Hungarorum’ (Hun ve Macar Vesikaları), Árpád Sarayı’ndan Kral IV. László’nun saray rahibi Simon Kézai tarafından 1281-1283 yılları arasında yazılmıştır; (3) ‘Viyana Resimli Kroniği’, Anjou Sarayı’ndan Macar kralı I. Büyük Louis’in saray kâtibi Mark Kálti tarafından derlenmiştir; ‘Chronica Hungarorum’ (Macarların Kronikleri), Lordlar Mahkemesi Başkanlığı kâtibi János Thuróczy (1435?-1489?) tarafından yazılmıştır (Thuróczy, kitabın ikinci baskısını Kral Matthias Corvinus’a adamıştır); ve (5) Türkçe bir kronik olan ‘Tarih-i Üngürüsz’ (Macarların Tarihi), Türk Sultanı I. Süleyman’ın kâtibi Mahmud Terdzümen tarafından kaleme alınmıştır. ‘Tarih-i Üngürüsz’ (Macarların Tarihi), 1453 yılındaki İstolni Belgrad kuşatması sırasında Türklerin eline geçen kroniklere dayanılarak yazılmıştır. Kroniğin yazarı Mahmud Terdzümen Passaulu bir Alman asilzade olmasına rağmen, 1526 yılındaki Mohaç Savaşı’ndan sonra Türklerin eline geçmiş ve Müslüman olmuştur. Bunlar, Hunlar ve Macarlar arasındaki ilişkiyi gösteren en önemli kroniklerdir.

Yukarıda anılan Kronikleri Macar tarih yazıcılığının başlangıcı olarak değerlendirebiliriz. Bu orta dönem kroniklerinin en belirgin özellikleri; (1) bu kronikler Hun-Macar akrabalığını, Macarların Hun ananesi üzerinden desteklemektedir; (2) Árpád Sarayı krallarının aile soy ağaçları, Hunların Hükümdarı Atilla’nın aile ağacına dayandırılmaktadır. Buradan hareketle, orta dönem Macar tarihçileri Karpat Havzası’nın Macarlar tarafından fethinin bir nevi ikinci kez gerçekleştirilen fetih olduğunu düşünürler. Dolayısıyla, Macar Kronikleri bir biri ardınca gerçekleşmiş olan Hun-Avar-Macar fetihlerini ve tarihî sürekliliği desteklemektedirler.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Macar akademik tarih yazıcılığı, Macarların Hun ananelerini reddetmeye başlamıştır. Bütün bir “akademi”, Macar Kroniklerinin itibarını sarsmak için adeta yeniden kurulmuştur. Bu konuya aşağıda daha detaylı bir şekilde ele alacağız. Eğer Macar Kronikleri gerçek bir temele dayanmıyorsa, bazı sorular gündeme gelmektedir: kroniklerin yazarları hangi sebeplerle Hun-Macar akrabalığını savunmuşlardır? Ve hangi sebeple Árpád Sarayı Atilla ile ilişkili kılınmıştır? Bir önceki bölümde Batının Atilla’yı hâlâ ‘Tanrı’nın Kırbacı’ olarak değerlendirdiğine detaylı bir şekilde değinmiştik. Orta dönem Macar Krallığında yüksek mevkiler işgal etmiş olan Macar kronik yazarlarının ülkelerine ve krallarına böylesi kötü bir hizmet sunmuş olabileceklerini düşünebilmek oldukça zor. Bu tarz sorular, ilk Macar tarih kitaplarını ‘faydasız’ olarak niteleyenler tarafından ne yazık ki tatmin edici bir şekilde cevaplanmamaktadır. Bunun da ötesinde, Kronikleri reddedenler kronik yazarlarına en küçük bir saygı göstermeyip, bütün kayıtların yazarları tarafından üretildiği ve Kroniklerin diğer kaynaklara dayanarak toplandığı iddiasını savunmaktalar. Anonymus, Kézai, Kálti, Thuróczy ve Terdzüman Macar kralına ya da Türk sultana hizmet eden yüksek rütbeli çalışanlardı. Anonymus bir batı Avrupa üniversitesinde, muhtemelen Paris’te, eğitim almış ve orada kroniklerin nasıl yazılması gerektiğini öğrenmiştir. Öyle görünmektedir ki, Macar Kronikleri’nin herhangi bir gerçek temele ya da öze dayanmadığını kanıtlamaya çalışan bu akademisyenler, bu soruların önemini hakkıyla kavrayabilecek ağırlıkta değiller. İlk Macar tarihçileri olan Orta dönem Avrupa devletlerinin en güçlülerinden birinde hiyerarşik düzen içinde resmî bir görev icra edenleri dikkate almamaktadırlar. Eğer bu tarihçiler dikkate alınmış olsaydı, araştırmamızda ele aldığımız sorumuzun tam tersi istikamette cevaplanması gerekirdi. Kroniklerde sunulmuş olan veriler, eleştirel bir okumaya tabi tutulur ve Hunfalvy ekolünün yaptığı gibi a priori olarak yanlış kabul edilmezlerdi.

Yukarıda kısaca bahsettiğimiz ekol, Pál Hunfalvy (1810-1891) tarafından yapılmış olan çalışmaların devamı olarak kabul edilebilir. Hunfalvy, Yukarı Macaristan’daki Alman azınlıktandır ve gerçek Alman adı olan Hunsdorfer’i Macarlaştırmıştır. Macar dilini gençlik yıllarında öğrenmiştir. Hunfalvy, bütün çalışmaları boyunca Macarların sözde Fin-Ugor akrabalığını kanıtlamaya çalışmıştır. Macar ve sözde Fin-Ugor dilleri arasındaki dilbilim benzerliklerini metodolojik olarak yoğun bir şekilde çalışmıştır. Öte yandan, ne Hunfalvy ne de kendisini destekleyenler ve takip edenler, bazı istisnaî dilbilim benzerlikleri dışında herhangi bir ‘kanıt’ sunamamışlardır.

Ne var ki, 1876 yılında ülkemizde Pál Hunfalvy, Macar Kronikleri’nin tarihî değerleri hakkında yeni bir ayrıma yönelmiş ve dile getirdiği hükmünde Macar Kronikleri’nin içerik bakımından bir efsaneden daha fazla değer taşımadığını ve kadîm Macar tarihi çalışmalarında bütünüyle ‘faydasız’ kaynaklar olduklarını öne sürmüştür.[16]Hunfalvy’in ortaya çıkışı, Macar İhtilâlı’nın ve Habsburglara karşı yürütülmüş olan 1848-1849 Bağımsızlık Savaşı’nın kaybedilmesine denk gelir. 19. yüzyılın ortasında, bu hukukçunun meslekî geleceği beşerî bilimler alanında bir anda hızla yükselmeye başlar. 1851 yılında, Kont István Széchenyi tarafından kurulmuş olan Macar İlimler Akademisi’nin Kütüphane Müdürü olur. Bu mevkisini hayatının sonuna kadar korur. Hunfalvy’in ile aynı dönemde yaşamış bir romancı olan Géza Gárdonyi (1863-1922) kaleme almış olduğu ‘Görünmez Adam’ adlı romanına eklediği notlarında, bize Hunfalvy’in Fin-Ugor hipotezini savunmasının dışında Kütüphanede neler yaptığına dair önemli bilgiler sunmaktadır. Gárdonyi’ye göre, kütüphane müdürü piromani [kasten yangın çıkarma] hastalığından muzdariptir.[14] Yani, Hunfalvy Kütüphanede el yazmalarını yakmaktadır, büyük ihtimalle Fin-Ugor hipotezini desteklemeyen el yazmalarıdır bunlar. Hunfalvy ile ilgili pek çok aydınlatılmamış nokta bulunmaktadır; Macarların Fin-Ugor bakiyesi olduklarını zorla “kanıtlamaya” kalkışmasının dışında, Macar-Hun akrabalığını anlatan mitolojik Macar ananesini yok sayan bir akademi yaratmıştır. Türkolog József Thúry’nin çalışmalarından Hunfalvy’in Macar Kroniklerini ne zaman ve neden reddettiğine dair kesin bilgilere ulaşılmaktadır.[15] 1864 yılında Hunfalvy Macar Kroniklerinin çok büyük değerler olduklarını düşünürken, 1876 yılında aniden fikrini değiştirmiştir:

Thúry, ikna edici bir şekilde Hunfalvy’in Avusturyalı-Alman tarihçi Robert Roesler’in (1836-1874) ‘Romänische Studien’ adını taşıyan ve 1871 yılında Leipzig’te yayımlanmış olan kitabının kötü bir taklidinden daha fazlasını yapamamış olduğunu göstermiştir. Hunfalvy’in Anonymus kroniği hakkındaki ‘faydasız’ düşüncesi bile doğrudan Roesler’in çalışması olan ‘als unbrauchbar bei Seite gethan’ adlı çalışmasından alınmadır.[17] Hunfalvy zamanı boşa heba etmemiş ve Roesler’in düşüncelerini aşırarak Macar Kronikleri’ni reddetmiştir. Kendi örneğini vermiş olduğu işleyişi takip etmiş ve Macarların kadîm tarihini araştırırken yalnızca batılı kaynakları, özellikle de Alman kaynaklarını kullanmıştır, çünkü yalnızca bu kaynaklar doğru olarak değerlendirilmiştir. Roesler kendi başına hareket etmemiştir. Alman tarihçi August Ludwig von Schlözer (1735-1809) tarafından kurulmuş olan Macar karşıtı Alman okulu olan Göttingen Üniversitesi’nin yolunu izlemiştir.[18] Bu okulun kuruluşunu, Beller’in önermiş olduğu temsiller çerçevesinde açıklayabiliriz. Okulun nihaî hedefi Alman millî şuurunu bizim örneğimizdeki Macarlar gibi komşu milletlere yayabilmektir. Bu okul, 19. yüzyılda sözde Alman Aryanizmi fikrini geliştirmiş ve Steplerin dört bir yanında Hint-Avrupalıların atalarını aramıştır.[19]

Macarların Hun ananesi hakkında olan Alman kaynaklarının en büyük sorunu, Steplerin göçebe insanları hakkında çok az bilgi verebiliyor olmalarıdır. Bu bakış açısına nazaran Bizans, Arap, Ermeni ve Çin kaynakları çok daha güvenilirdir, çünkü onlar Thúry’nin isabetli bir şekilde işaret ettiği üzere şahitlerin bilgilerini içermektedirler.[20] Hunfalvy’in girişimi başından itibaren metodolojik olarak yanlış alınmadır. Bu durum, onun açısından herhangi bir zorluk olarak değerlendirilmemiş ve kendi projesi üzerinde büyük bir özveriyle çalışmıştır. 1876 yılında yayımlanan kendi çalışması ‘Macaristan’ın Etnografyası’ adlı kitabında, daha önceden reddettiği için kendi Fin-Ugor teorisini destekleyecek bir iki küçük nokta dışında Macar Kronikleri’ne hiçbir surette değinmemiştir. Hunfalvy, Macarların mitolojik Hun ananesini Alman ananelerinden ve kroniklerinden alınmış olduğunu düşünür. Hunfalvy’in girişimiyle birlikte Macar Kronikleri üzerine yapılan araştırmalar iki ayrı kampa bölünmüştür. Hunfalvy ekolü, Hunlarla ilgili mitolojik Macar ananelerini efsane olarak değerlendirmiş ve bu ananelerin özünün Almanlar aracılığıyla Macaristan’a gelmiş olduğunu savunmuştur. Alman etkisindeki ekolün en önemli takipçileri Gusztáv Heinrich (1881), Gedeon Petz (1885) ve Elemér Moór (1923) olmuştur. Alman ekolünün öğretileri, Türkolog Ármin Vámbéry, tarihçi Károly Fiók (1895, 1896), tarihçi Géza Nagy, Türkolog József Thúry (1897) ve tarihçi Károly Szabó (1824-1874) tarafından kabul edilmemiştir. Bu Macar akademisyenler, eğer Hun ananelerini Macarlar Almanlardan almışsa bile; Hun-Macar akrabalığı, Arpad Sarayı’nın Atilla’ya dayanması ve Hun İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Székel-Macarların Transilvanya’ya doğru geri çekilmeleri gibi çok özel mevzuların yer aldığı Macar Kroniklerinin tezlerini açıklamakta Alman ekolü görüşünün yetersiz kaldığını düşünmüşlerdir. Alman ekolü savunucuların aksine, Alman ananeleri içerisinde bu tezleri destekleyen herhangi bir veri bulunmamaktadır. Dolayısıyla, bunların Alman kaynaklarından uyarlanmış oldukları söylenemez. Alman ekolüne yöneltilmiş olan bu eleştiriler ışığında Kroniklerin güvenilir olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Macar Kroniklerinde dile getirilmiş olan özel tezler yabancı kaynaklarla birlikte karşılaştırılmalıdır ve bu karşılaştırma ilk olarak Bizans, Arap, Ermeni ve Suriye kaynaklarından gerçekleştirilmelidir. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında kalan dönemde üçüncü bir araştırma yaklaşımı gelişmiş ve bu yaklaşım nazarında Hunfalvy’in Macar Kroniklerini derleme olarak değerlendiren görüşüne itibar edilmesinin yanında mitolojik Macar ananelerinin Hun bakiyesi olması ihtimali de dışarıda bırakılmamıştır. Bu araştırma çizgisi, Bálint Hóman’ın (1925) hantal araştırmasına dayanmaktadır. Sándor Eckhardt (1928) ve Sándor Domanovszky (1933) bu araştırma çizgisini takip etmişlerdir. Ne var ki, 20. yüzyıl araştırmalarının bize sağlamış olduğu kahir ekseriyetteki karşı kanıtlar, Hunfalvy ve takipçilerinin teorisini çürütmektedir. Ciddi bir yoğunlukla gerçekleştirilen araştırmalar, Hunfalvy ekolünün iddia ettiklerinin aksine ilk Macar tarih kitapları olan Kroniklerin dikkate alınması gerektiğini göstermektedir.

Mühendis ve coğrafyacı olan László Bendefy (1904-1977), ‘İskit ülkesini’ Simon Kézai’nin kroniklerinde yer alan coğrafî veriler temelinde, sınırları iyi tanımlanmış coğrafî bir öğe olarak yeniden çizmiştir. Bendefy, çalışmasını coğrafyanın sağlamış olduğu ilmî yöntemlerin yardımıyla gerçekleştirmiştir.[21] Bendefy, ‘Anonymus’ ve ‘Kézai’ kroniklerinde yer alan verilere istinat ederek belirli bir ‘Macar-İskit ülkesinin’ sınırlarını çizebilmiştir. Buradan hareketle Bendefy, ‘Macar-İskit ülkesinin’ hususi özelliklerinin kadîm Macar ananelerinden kök aldığı sonucuna ulaşmıştır. Bendefy’ye göre, üç tarz ananeden bahsedilebilir. İlki, Uralların diğer tarafından gelmiş olan en eski, kadîm ön-Macar ananeleri. İkincisi, Başkurt-Macar köklerini muhteva eden anane. Son olarak ise, bu iki ananenin güneyinde kalan ve açık bir şekilde ayırt edilebilen bir Kafkas bakiyesi. Özetle, Bendefy’nin çalışması, Macar Kroniklerinde yer alan verilerin herhangi bir başka yabancı kaynaktan alınmadığını ve bu verilere dayanılarak hususi bir Macar-İskit ülkesi sınırının çizilebileceği yönündedir.

László Götz (1994) de, Macar Kronikleri’nde yer alan verilerin Kronik yazarlarınca herhangi bir yabancı ananeden alınmadığını vurgulamaktadır. Götz, bu kaynaklarda yer alan verilerin doğruluğunu diğer kaynakların bağımsız verileri ile karşılaştırarak ele almıştır. Macar Kronikleri içerisinde yabancı kaynakların verileriyle örtüşen veriler bulunduğunu ve fakat Kronik yazarlarının bu kaynakları bilmemelerinden dolayı, bu verilerin yabancı kaynaklardan alınma olamayacağını belirtmiştir. Bu açıklamalar, Kronik yazarlarının yalnızca kendi Macar ananelerine dayanarak bunları kaleme almış olduklarını açık bir şekilde göstermektedir. Dolayısıyla, Macar Kroniklerinin derlemelerden daha fazla bir şey olmadıklarını dile getiren teoriyi tartışma konumuzun dışında bırakabiliriz.

İlk olarak, László Götz, Thuróczy Kroniği’ndeki Árpád Sarayı’na ait soy ağacında yer alan adları, M.Ö. üçüncü yüzyıldan birinci yüzyıla kadarki dönemde Doğu Hunları olarak anılan Hiung-nu hükümdarlarının Çin kaynaklarında geçen adları ile karşılaştıran Frigyes Hirth’ün çalışmalarına dayanmıştır. Götz, Macar Kronikleri’nde ve Çin kaynaklarında anılan üç adın fonetik açıdan neredeyse aynı olduklarını ve bunun yanı sıra bu adların aile soy ağaçlarındaki tarihî sıra ile de örtüştüklerini gözlemlemiştir. Bu adlar aşağıdaki gibidir:[22]


Çin kaynakları / Thuróczy

MAO-TUN ya da BAKTUR / BETZER ya da BETZUR

(M.Ö. 175) / (M.Ö. 173)

LAU-SCHANG or MINGI / MIKE

(M.Ö. 160) / (M.Ö. 140)

HU-LU-KU / KULCHE ya da KULKE

(M.Ö. 85) / (M.Ö. 41)

HÜ-LÜ-KÜAN-KÜ / LEUNTE ya da ELEUNTE

(M.Ö. 60) / (M.Ö. 8)


İkinci olarak, Omeljan Pritsak’ın araştırmasının sonuçları, Árpád Sarayı’nın Atilla’ya dayanan ananelerinin gerçekliğini desteklemektedir.[23] Kaynaklar, Atilla’nın oğlu Ernak’ın Batı Hun İmparatorluğu yıkıldıktan sonra Dinyeper Nehri dolaylarına çekildiği ve kendisinden Bulgar hükümdarlarının geldiği Hun Dulo-hanedanını kurduğu hususunda bizleri şüphe götürmez bir şekilde bilgilendirmektedir.[24] Kézai ve diğer kronik yazarları, ‘Dulo’ adının Macar yaratılış efsanesinde geçtiği yönünde bizleri bilgilendirmektedirler. ‘Hunor ve Magor, Belar’ın oğullarının eşleri olan Alan hükümdarı Dula’nın iki kızını kaçırmışlar.’ Eğer ‘Dulo’ ile ‘Dula’ ve ‘Belar ile Bulgar’ örtüşüyorlarsa, Macar kronik yazarlarına göre Árpád Sarayı hanedanları Macar Kronikleri’nde ‘Csaba’ olarak anılan Atilla’nın oğlu Ernak’ın soyundan gelmektedir. Bu örtüşmeler, Omeljan Pritsak’ın bulgularıyla da desteklenmektedir. Pritsak, 16. yüzyılda ortaya çıkmış olan ve 769 yılına değin bilgiler veren Hun-Bulgar Prensliği Listesi üzerinde oldukça yoğun bir şekilde çalışmıştır. Listede on üç Bulgar prensinin adı bulunmaktadır. Listede ayrıca kaç yıl hükümdarlık yaptıkları dair de bilgiler mevcuttur. Listenin gerçek olduğu ve gerçekliğinin Bizans kaynaklarınca da onaylandığı bilinmektedir. Pritsak’ın çalışması şu şekilde özetlenebilir:
Pritsak Bulgar Prensleri Listesi’ndeki adları analiz ederek, Bulgar-Türk ‘Duolo (Dulo)’ hanedanının Hun hükümdarlarının soyundan geldiğini göstermektedir.
Sonraki dönem Çin kaynaklarında ‘T’uko’ olarak geçen Asya Hunlarının hükümdar boyunun adı, kadîm Çin kaynaklarında ‘Dulo’ olarak kaydedilmiştir. Ayrıca Götz (1994), Çin kaynaklarının gerçekliğine özellikle vurgu yapmaktadır. Çin kaynaklarına göre Hunların hükümdar boyunun adı olan ‘T’uko’ ile daha sonraki Türkî boylar için kullanılmış olan ‘T’ukin’ adı arasındaki güçlü fonetik benzerlik Çin kaynaklarının güvenirliği hususunda güçlü bir kanıt oluşturmaktadır. Bu kaynaklara göre, Türkler Hiung-nu’ların farklı kollarından birinin soyundan gelmektedir.
Hanedanın atası olan ‘Mao-tun’ adı, kadîm Çin kaynaklarında ‘*Bixtun’ olarak geçmektedir ki bu ad, kadîm Bulgar adları olan ‘Vixtun’ ya da ‘Bixtun’ ile örtüşmektedir.

‘Mao-tun’ adının 3. maddedeki şekilde Pritsak tarafından yeniden yazılışı, Macar Thuróczy Kroniği’nde geçen BEZTUR adı ile açık bir şekilde örtüşmektedir. Thuróczy, bu veriyi ne Çin kaynaklarından ne de Bulgar Prensleri Listesi’nden almış olamaz. Dolayısıyla, bu verinin Macar ananelerinin içerisinden geliştiğini kabul etmek zorundayız.

Thúry (1897), Macarların Hunlardan gelen ananelerinin Doğulu kaynaklarla da birebir örtüştüğünü göstermiştir. Çin kaynaklarında M.S. 375 yılına kadar Hunların izini sürmenin mümkün olduğunu gözlemlemiştir. Zaten bu yıl dolaylarında Batı Hunları, Doğu Hunları’ndan ayrılmıştır. Batı Hunları, sırasıyla Bizans kaynakları (Priscos, Agathais, Procopius, Theophanes, Theophylactus ve Jordanes), Ermeni, Suriye ve son olarak Arap kaynaklarında geçmektedir.[25] Thúry’ye göre, Atilla’nın Hunlarının Avrupa sahnesinde görünmeleri ile Macar Fethi arasındaki beş yüz yıllık mesafe kapatılabilir, ‘zira dünya tarihinin önümüze sermiş olduğu kanıtlar Hunları ve Macarları müşterek bir soy vasıtasıyla birbirlerine bağlamaktadır’; daha doğru ifade ile, ‘M.S. birinci yüzyıldan M.S. on ikinci yüzyıla kadar Macarlar ve Atilla’nın Hunları ifadeleri bir ve aynı insanları adlandırmak için kullanılmıştır.’[26] Kuvvetle muhtemeldir ki Macarlar, İskit ülkesinde Hunlar ve Atilla hakkında çok önceden haberdar olmuşlardır, zira bu bölgede yaşayan Hazar boyları Atilla ve Atilla’nın oğlu İllig tarafından yönetilmişlerdi. Macarların, Hazarlara çok yakın bir bölgede yaşamış oldukları artık çok iyi bilinen tarihî olgulardandır.[27] József Thúry, bu yaklaşımı başarılı bir şekilde işleyen ilk tarihçidir. László Götz (1994), Kornél Bakay, Béla Szász (1994) ve Frederic Puskás Kolozsvári çalışmalarını bu yaklaşımın sınırları içerisinde sürdürmüşlerdir.

Sonuç olarak, Macar Kronikleri’nin ‘faydasız’ olarak nitelendirilmesi aslında Hun-Sabir-Avar-Onogur-Macar devamlılığı teorisinin değerini azaltmaya hizmet etmiştir. Teorinin ilmî manada çözümlenmesi, Cizvit tarihçi György Pray tarafından hâlihazırda çok daha önceleri on sekizinci yüzyılın sonunda yapılmıştır.[28] Teorinin Hunfalvy ve takipçilerince reddedilmesi, 1848-1849 yıllarında Habsburg idaresine karşı yürütülmüş olan Macar Bağımsızlık Savaşı’nın kaybedilmesinden sonra Macarlar aleyhine gelişen durumdan aldıkları güçle gerçekleşmiştir. Kabul etmek gerekir ki, bu durumda dile getirdikleri düşünceleri, düşmanları olarak gördükleri farklı düşünen akademisyenlerin bürokratik güç kullanılarak ilmî sahada tecrit edilmesiyle yaygınlık kazanabilmiştir. Küçük düşürülmüş Habsburg gücü ve Alman okulunun bu konuyla bu kadardan yakından ilgilenmesinin sebebi, on dokuzuncu yüzyılın ortasında, ‘ayrılıkçı’ Macarların Hun ananelerinden kopartılmasında büyük bir fayda görmelerindendir. Bir siyasî güç penceresinden bakılacak olursa, Macarlar eğer ‘uysal’ Fin-Ugorlar ile ilişkili kılınabilirse çok daha kolay denetim altına alınabilirlerdi.


3. Avrasya Kalpgâhı

Mackinder 1904 yılında ‘Tarihin Coğrafî Kalbi’ başlığını taşıyan etkili makalesini [Kraliyet Coğrafya Topluluğu önünde] okudu.[29] Mackinder, kendi jeopolitik teorisini şu şekilde özetlemişti:


Her kim Doğu Avrupa yönetirse, Kalpgâh’a hükmeder;

Her kim Kalpgâh’ı yönetirse, Dünya-Adası’na hükmeder;

Her kim de Dünya-Adası’nı yönetirse, Dünya’yı idaresi altında bulundurur.


Bu teorinin merkez bölgesi olan Kalpgâh, Volga’dan Yangtze’ye ve Himalayalar’dan Kutup altı bölgesine kadar uzanan Avrasya’ya tekabül etmektedir. Dünya-Adası, birbirlerine bağlı olan Avrupa, Asya ve Afrika’dan oluşmaktadır. Bu üç kıta bütün kıta terkipleri göz önüne alındığında yüz ölçüm bakımından en büyük, nüfus bakımından en kalabalık ve doğal kaynaklar bakımından da en zengin kıta üçlüsüdür. Teoriye göre, eğer büyük bir güç bu alanların geniş bir kısmını idaresi altında bulundurabilirse, bütün dünyayı yönetebilir. Mackinder’in teorisi, Avrasya’ya yönelik Batı siyasî stratejisi içerisinde belirleyici olma konumunu bugüne kadar devam ettirmiştir. Mackinder, bu teori üzerinde ilmî manada ayrıntılı bir şekilde çalışan büyük ihtimalle ilk kişidir. İngilizler her halükârda, Asya’da bulundukları dönem itibariyle Doğu Avrupa ve Orta Asya’yı kapsayan Avrasya Kalpgâh’ını idare altında bulundurmanın hayatî derecede bir öneme sahip olduğunun bütünüyle farkındaydılar. Eğer Batılı güçler bu bölgeyi idareleri altında bulunduramıyorlarsa, o halde herhangi bir kıta gücünün Kalpgâh’ı idaresi altına almasına engel olunmalıdır. On dokuzuncu yüzyılda İngilizler, bölgede devam eden stratejik rekabeti ‘Büyük Oyun’ terimiyle ifade etmişlerdi.[30] Büyük Oyun, Orta Asya üzerinde söz sahibi olabilmek için on dokuzuncu yüzyılda Ruslar ve İngilizler arasındaki rekabeti anlatmak için kullanılmıştı. Bölgede Macarların kadîm kökleri ve dilleri hakkında araştırmalarda bulunan çok sayıda Macar akademisyen Büyük Oyun’a İngilizlerin yanında dâhil olmuşlardı. Bu araştırmacılar, Sándor Körosi Csoma, Ármin Vámbéry ve Aurél Stein idi.[31] Ne var ki, bu akademisyenler yerine Mackinder’in teorisine odaklanmamız gerekmektedir, zira Avrasya Kalpgâh’ı Hunların batı yönünde ilerlemeden önceki atalarının incelenmesi için tam olarak araştırılması gereken yerdir. Dolayısıyla Hunların Batı şuurunda oynadığı rol hakkında daha fazla bilgi edinebilmemiz için, özellikle Avrasya Kalpgâh’ına temas etmek zorundayız.

Mackinder’in tartışmasının hareket noktası, dünya tarihindeki olaylar her ne kadar insan davranışlarının sonucunda gerçekleşiyor olsa da, insan davranışları büyük ölçüde fizikî ve coğrafî koşullarla sınırlandırılmıştır. Bu durum, tarihî süreçlerin çözümlenmesinde açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.Bu coğrafî ve fizikî koşullar, coğrafya bir ilim olarak bilinmediği dönemlerde, yani geçmişte de etkili olmuştur.[32] Buradan hareketle, Hunların Avrupa içlerine kadar ilerlettikleri yürüyüşleri, eğer tarihî olayların mahiyeti anlaşılmak isteniyorsa Mackinder’in sunmuş olduğu bu çerçeve içerisinde incelenebilir, hatta incelenmelidir. Mackinder aslında Avrupa-merkezli tarihçiliği ciddi anlamda sorgulamaktadır, çünkü bu şekilde devam edecek bir tarih anlayışı Avrupa tarihinin süreçlerini anlamamızda bize yardımcı olmayacaktır. Mackinder, Avrupa-merkezli tarih anlayışını bu bakımdan ters yüz etmiştir. Avrupa tarihinin olayları, Avrasya Kalpgâhı’yla bağlantılı bir şekilde çalışılmalıdır. Mackinder’in çalışmasında bizi ilgilendiren kısımlar, aşağıdaki üç ana düşünce biçiminde özetlenebilir:

(1) Yeryüzünün neredeyse yarısını kaplayan Avrasya Kalpgâhı’nın en önemli kısımları step topraklarından oluşur. Bu alanda yalnızca at ve deve kullanabilen göçebeler hayatta kalabilirler. Kuzeyde, kutup altı koşulları hayatta kalma ve faaliyetle bulunma imkânlarını ciddi bir şekilde sınırlandırmaktadır. Tarıma elverişli topraklar yalnızca doğuda ve uzak batıda bulunmaktadır, çünkü kalan bölgeler su bakımından oldukça fakirdir. Stepler, Macaristan puszta (ovalarından) Mançurya’nın Küçük Gobi’sine kadar kesintisiz olarak 4000 mil boyunca uzanmaktadır. Steplerden oluşan bu geniş alan, dünya-sisteminin kalbi olması bakımından dünya-sistemi içerisinde merkezî bir yer işgal etmektedir. Bu sebeple, bölgeden diğer bölgelere doğru bütün yönlerin istikametinde, özellikle de kadîm dünya topraklarının bulunduğu güneye doğru yayılma imkânı bulunmaktadır.

(2) Avrupa medeniyeti, Asya’dan gelen yabancı baskılara karşı bir tepki olarak yerleşiklik kazanmıştır. Avrupa’nın modern tarihi büyük ölçüde göçebelerden kaynaklanan bu baskılarla şekillenmiştir.

(3) Asya’dan gelen Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Macarlar, Hazarlar, Peçenekler, Kumanlar ve Moğollar gibi ‘Turanî, göçebe atlı-insanlar’, Asya’nın bilinmeyen içlerinden Ural Dağları ve Hazar Denizi arasında kalan geçiş bölgesinden ve Güney Rus Stepleri üzerinden beşinci ve on altıncı yüzyıllar arasında Avrupa’ya, Avrupa yarım adasının kalbi olan Macaristan’a ulaşmışlardır. İskitler de muhtemelen bahsettiğimiz atlı-insanların kullanmış oldukları rotayı takip ederek daha önceden Avrupa’ya ulaşmışlardı. Steplerin zor koşulları bu atlı-insanların gücünü büyük ölçüde belirlerken, ormanlık ve dağlık bölgelerde gerçekleştirilen savaşlarda çok daha az etkili olabilmişlerdir.

Mackinder’in çalışmasında, Hunlarla ilgili aşağıdaki düşüncelere rastlamaktayız:

(4) Atilla ve beraberindeki Hunlar Macar ovalarına (puszta) yerleşmişlerdir. Dolayısıylai Avrupa’nın kalbinden kuzeye, güneye ve batıya doğru üç yönde akınlar düzenleyebilmişlerdir.

(5) Fransa düşüncesi Frankların, Gotların ve Romanların Katalunya Düzlükleri’nde Hunlara karşı birlikte savaşmak zorunda kalmalarından sonra doğmuştur.[33] Muharebe meydanında Hun karşıtı birliklerin birlikte yürüttükleri mücadele, Asyalılar herhangi bir şeyin farkında olmadan Fransa düşüncesini doğurmuştur. Venedik, Hunlar Aquileia ve Padua’yı harap ettikten sonra kurulmuştur. Papalık bile, Milano’da Papa Leo’nun Atilla’yla görüşüp başarılı bir arabuluculuk gerçekleştirmesinden sonra ciddi bir itibar kazanmıştır.

Eğer Mackinder’in çalışmasından çıkardığımız bu beş tezi yan yana koyarsak, tarihin coğrafî kalbi olan Avrasya Kalpgâhı’nda at ve deve kullanan insanların güçlerinin gelişiminde ve uygulanmasında fizikî ve coğrafî koşulların ne derece etkili olduğunu gözlemleyebiliriz (karşılaştırınız (1) ve (3) ). Yalnızca bu göçebe insanlar 4000 millik step alanlarında ileri ve geriye doğru manevra yapıp buradan da güneye doğru yayılabilmişlerdir. Mackinder’e göre, tüm göçebeler arasında Cengiz Han (1162-1227) ve onun birlikleri Steplerdeki en büyük imparatorluğu kurmuşlardır. Yayılma Moğol Steplerinden 1206 yılında Cengiz Han komutasında başlamış ve güney-batı ve güney-doğu istikametlerinde devam etmiştir. Mackinder’in kaydettiği gibi, kadîm dünyanın yerleşik kısımlarını oluşturan Rusya, İran, Hindistan ve Çin er ya da geç Steplerden gelen dinamik bir güç olan Moğollara vergi vermek zorunda kalmıştır. Mackinder’in teorisini dikkatle incelediğimizde, imparatorluklarının en geniş sınırlarına 1259 yılında ulaşmış olan Moğolların, Avrasya Kalpgâhı’nı ve Dünya-Adası’nın büyük bir kısmını idareleri altında bulundurdukları için kaçınılmaz bir biçimde dünya gücü olmaya doğru ilerlediklerini göreceğiz. Ne var ki, Mackinder’in dile getirmiş olduğu aşağıdaki düşüncesine katılmıyoruz –ve bu düşünce bile Mackinder’in kendisini Avrupa-merkezci tarih yazımından aslında bütünüyle kurtaramadığını gösteriyor-:

Bir grup insafsız ve idealden yoksun atlının hiçbir ciddi engelle karşılaşmadan büyük bir alanı geçmeleri neticesinde Turanî çekicin bu sahipsiz mekânlara sert bir biçimde çarpmasıyla gerçekleşmiştir.[34]

Moğol örneğinin bize mutlak surette gösterdiği gibi, step insanları Steplerde başıboş dolaşmamışlardır, bilakis giriştikleri her savaş ve fethettikleri her alan bir stratejik plana uygun olarak gerçekleştirilmiştir. Avrasya Kalpgâhı’nı idareleri altında bulunduran Steplerden gelmiş bu hareket halindeki insanların jeopolitik koşulların farkından olmadıklarını tasavvur etmek oldukça zordur. Hareket halindeki bu göçebeler kuvvetle muhtemeldir ki, Fransa düşüncesinin oluşumuna ve Venedik’in kurulmasına bilmeden katkıda bulunmuşlardır (bakınız, yukarıdaki madde (5)), fakat güney istikametine doğru gerçekleştirmiş oldukları akınlarla bir dünya gücünün dengelerini sarstıklarının farkına varmamış olduklarını düşünemeyiz.

Atilla ve beraberindeki Hunların, Macaristan’ı kendi imparatorluklarının merkezi olarak seçmeleri tesadüflere bağlanamaz. Macar ovası, Steplerin uzak batıdaki dış kenar çizgisini oluşturmaktadır. Ova toprakları, göçebeler için iyi bildikleri ve mükemmel seviyede hareket edebilecekleri bir toprak yapısı sunmaktadır. Merkez olarak buranın seçilmesi kararı, ne var ki yalnızca coğrafî koşullarla ilgili olmamıştır. Bu kararın iyi düşünülmüş stratejik bir karar olduğu su götürmez bir hakikattir, zira Karpat Havzası Avrupa’nın merkezinde bulunmaktadır ve burada toplanan bir güç herhangi bir istikamete doğru rahatlıkla akınlara kalkabilir. Batı Hunları, bu akınları Orta ve Doğu Avrupa’yı idareleri altında tuttukları dönemde 412 ve 454 yılları arasında gerçekleştirmişlerdir. Arpad ve beraberindeki Macarlar da, Karpat Havzası’nı fethetmelerinin ardından aynı stratejiyi uygulamışlardır. Szabolcs de Vajay’ın ikna edici bir şekilde gösterdiği üzere, Karpat Havzası’nın fethinden sonra kuzey, güney ve batı istikametinde gerçekleştirilmiş olan Macar askerî operasyonları, Kutsal Roma İmparatorluğu içerisinde merkezîleşmiş bir askerî gücün kurulmasına imkân tanımayan önleyici bir politikaya hizmet etmiştir. Bu Macar askerî operasyonları, değişik Avrupa imparatorlukları arasındaki güçler dengesinin devam etmesine ve komşu ülke topraklarından Macaristan’a herhangi bir akın düzenlenmesini engellemeye hizmet etmiştir.[35] Hunların ve Moğolların aksine, Macarlar Doğu’da arkalarında kalan toprakları idareleri altına almamışlardır. Atilla’nın Avrupa İmparatorluğu, Macaristan’dan Asya’daki Ceyhun Nehri vadisine kadar uzanmıştı. Ceyhun Nehri’nin diğer yakasında kalan topraklar, Hunlarla akraba olan Beyaz Hunlar tarafından idare edilmiştir. Thierry (1865, 95-96), Atilla’yı 448 yılında ziyaret etmiş olan Bizans diplomatı ve tarihçisi Priscos’tan alıntılar yapmıştır. Priscos edindiği bilgilere ışığında Atilla’nın İran ve Med bölgesine bir akın düzenlemeyi planladığını aktarır. Bu bölgeler, akraba Hun boyları tarafından idare edilen topraklarla çevriliydi. Bu bakış açısından hareketle, Atilla’nın Merkez Avrupa karargâhının Hun İmparatorluğu’nun batı istikametine düzenleyeceği akınlar için bir nevi ileri uç görevi icra ettiğini söyleyebiliriz. Aslında Priscos’a göre, [Atilla’nın] ikamet ettiği yer, bir nevi yazlık konaklama mekânı olarak görünmektedir.[36] Bilinen Macar ananelerinde geçtiği şekliyle [Atilla’nın] ikamet ettiği yer günümüz Szeged’ine komşu bir yerler olmalıdır. Çünkü Hunları Doğu’da Orta Asya ve Batı’da Avrupa ile birleştiren, Hunlar 375 yılında Ural Dağları ve Hazar Denizi arasındaki koridoru kullanarak Avrupa’ya akınlar düzenlediklerinde, Mackinder’in bahsettiği türde bir Kalpgâh olan ve Hunların idaresi altında bulunan topraklardır. Mackinder’in teorisinde ciddi bir şekilde tartışılan ve yukarıda Atilla’nın ikamet ettiği yerler olarak anılan birleştirici bölge, bir anlamda dünya gücü olabilmek için sıçrama tahtası olarak kullanılmıştır.

Bu çerçeve içerisinde araştırmalarımızı sürdürdüğümüzde, Batılı tarihçilerin Hunlara karşı tertiplenmiş en belirleyici savaş olarak değerlendirdikleri Katalunya Düzlükleri Savaşı’nın aslında o kadar da ciddi bir önem taşımadığını göreceğiz. Bunun ötesinde, savaşı kimin kazandığını bilmemiz bile hayatî bir önemde değildir. Oysa bu soru, Batılı tahlillerin odaklanmaktan vazgeçmedikleri bir konumdadır. Atilla’nın ve beraberindeki Hun ordusunun Roma İmparatorluğu’nun batı kısımlarına karşı bir saldırı düzenlemesinin, Atilla’nın bir dünya gücü olabilmek için geliştirdiği planlarında stratejik bir öneme sahip olduğunu düşünmekteyiz. Hun kuvvetleri ve ittifak kurdukları Alman Gepid ve Ostrogot kuvvetleri, Roma İmparatorluğu ve ittifak kurdukları Alman Frankları ve Vizigot kuvvetleriyle Katalunya Düzlükleri’ndeki Chalons şehri civarında karşılaşmak için Ren Nehri’ni geçtiklerinde Atilla’nın Roma İmparatorluğu’nun askerî gücünü kırma stratejisi başarılı olmuştur.[37] Eğer yalnızca Katalunya Düzlükleri Savaşı’nı kimin kazandığını ya da savaşın nerede bir son bulduğunu tartışırsak, bu olayların dünya tarihi açısından taşıdıkları önemi kavramada yetersiz kalırız. Savaşta dikkat etmemiz gereken en önemli nokta, Atilla ve Hunların Roma İmparatorluğu’nun batı kısımlarındaki askerî gücü etkisizleştirmede başarılı olmalarıdır, zira Romalı kumandan Aeitus’un birlikleri, savaştan bir buçuk yıl sonra Atilla ve birlikleri Kuzey İtalya’ya Roma’yı fethetmek için bir akın düzenlediklerinde ortalarda görünmüyorlardı. Katalunya Savaşı’nda Atilla, Roma İmparatorluğu’nun batı kısımlarının askerî gücünü kırmada başarılı olmuştu ve Atilla Roma’ya doğru yürürken ona bu taraftan ne saldırabilme ne de onu durdurabilme imkânları kalmamıştı. Dolayısıyla, Atilla Aquileia şehrini kolaylıkla ele geçirdiğinde ve orada istihkâm birlikleri bıraktığında, Romalılar artık bu şehrin yeniden ele geçirilemeyecek olduğuna iyiden iyiye ikna olmuşlardı.[38] Hun birlikleri Roma’ya bir dinlenme mesafesinde varacak kadar yaklaşmışlar ve Atilla Papa Leo ve beraberindeki heyetle görüşerek bir barış antlaşması imzalamıştır. Ne var ki, Roma’nın düşmesi yalnızca bir an meselesiydi ve bu an bütünüyle Atilla’nın hamlesine bağlıydı. Batı Hunlarının Roma İmparatorluğu’na ve Doğu Hunlarının İran’a karşı güney istikametinde gerçekleştirmiş oldukları genişleme, Mackinder’in teorisindeki birinci teze uygun olarak Hunların kadîm dünyayı iki cepheden tıpkı bir ‘kerpeten’ gibi kavramasına imkân vermiştir. Dolayısıyla, kadîm dünyanın Akdeniz’i, Ortadoğu’yu, İran’ı ve Hindistan’ı içeren güney kısımları Hunların akınları karşısında tıpkı birer ‘domino’ taşı gibi teker teker düşmüşlerdir. Katalunya Savaşı dünya tarihini şekillendiren önemli bir olay olarak değerlendirilecekse, bu, Hunların Batı dünyasını fethetme planlarını gerçekleştirmek için attıkları ilk büyük adım olarak değerlendirilmelidir. Atilla’nın zamansız ölümü, bu planların hayata geçirilmesini engellemiştir, fakat öyle düşünüyoruz ki Hunlar, büyük planın ilgili adımlarını Batı’da askerî strateji bakımından atmışlardı. Yedi yüz yıl sonra Moğollar, her ne kadar imparatorluklarının merkezi Kalpgâh’ın doğu kısmında olsa da, aynı Batı-Doğu ‘kerpeten’ini gerçekleştirmek istemişlerdi. Hunların aksine, Moğollar ilk olarak Doğu’da güney istikametinde genişlemişlerdir. Batı’da Avrupa’nın askerî olarak kuşatılması gerçekleştirilememiştir, çünkü Macarlar, Moğolların ilk akınları karşılamada oldukça başarılı olmuşlardı. Nihayetinde Moğollar büyük Hanları 1242 yılında vefat ettiğinde Avrupa’dan ayrılmışlardır. Bu açıdan, Atilla’nın Batı’nın neden can düşmanı olduğu aşikârdır, çünkü o Batı’dan bir dünya gücü olma planlarını gerçekleştirmeyi başarmıştı. Batı, Hun egemenliğinden Atilla’nın beklenmedik ölümü sayesinde kurtulabilmiştir.

Mackinder’in teorisi, Steplerin göçebe insanlarını bize sunmuş olduğu çerçeve içerisinde değerlendirebilmemize imkân tanıması açsından önemlidir. Mackinder’in değerlendirilmeleri, Avrasya Kalpgâhı’nda merkezî bir yer işgal eden göçebe insanları dünya tarihi olayları açısından ciddiye almamız gerektiğini göstermektedir. Avrupa’nın doğuşu da bu bölgeye bağlı gerçekleşmiş ve bu bölge insanlarının kültürleri Avrupa kültürünün şekillenmesinde etkili olmuştur. Meşhur İngiliz coğrafyacı, ne var ki Hunlar ve göçebe insanlar hakkındaki Batılı temsil ve tasvirleri kullanmaktan kendini bütünüyle alıkoyamamıştır, çünkü bu insanlar hakkında kaleme almış olduğu cümlelerde herhangi bir askerî stratejik kavram içermeyen ‘barbar göçebeler’ gibi ifadeleri sıklıkla kullanmıştır. Yukarıdaki örnekler her şeye rağmen Steplerin göçebe insanlarıyla ilişkili tarihî olguları ve olayları Mackinder’in teorisine tam bir uygunluk içerisinde hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde göstermektedir.


4. Göçebe Medeniyeti

Önceki Birleşik Devletler başkanlarından Bill Clinton’un öğrencilik yıllarında Washington’daki Georgetown Üniversitesi’nde danışmanlığını yapmış olan tanınmış Amerikalı tarihçi Carroll Quigley (1910-1977), göçebe kültürünü ‘Medeniyetlerin Tekâmülü’ adlı kitabında bir medeniyet olarak sınıflandırmaz. Quigley’e bakılırsa bu durum, ‘medeniyet’ kavramının göçebe insanların kültüründe bulunmayan yazım bilgisi ve şehir hayatıyla bağlantılı olmasından kaynaklanır. Mackinder örneğinde olduğu gibi Quigley de göçebeleri belirtmekte kullanılan temsilleri sıklıkla kullanmaktan çekinmez. Quigley, Roma İmparatorluğu’nda ‘sonraları barbar atlıların imparatorluk topraklarına akınlar düzenlediklerini’ belirtir. Quigley’e göre Asya Stepleri’nden kalkıp gelen, Cermen kavimleriyle karışan ve İmparatorluğun Tuna sınırında at süren Hunlar, imparatorluk her bakımından zayıflamış olsa da, Roma’nın çöküşünden sorumludurlar. Amerikalı tarihçiye göre, Roma İmparatorluğu eğer savunma hattını piyadelerden değil de süvarilerden kurabilmiş olsaydı mevcudiyetini devam ettirebilirdi. Ne var ki Romalılar, böylesi bir değişimi öncelikle iktisadî açıdan gerçekleştiremezlerdi, çünkü tahıl ile beslenen hayvanlar olan atlar, besin bakımından doğrudan insanların yiyeceğine ortak olacaklardı. Roma ekonomisi dönem itibariyle böyle bir tahıl fazlasını üretebilecek durumda değildi. Quigley, bu tahıl üretimi fazlalığının elde edilebilmesi için ikinci olarak yeni tekniklerin geliştirilmesi mevzusunu ele alır. Üçüncü olarak, süvarilerin zırhlı süvariler olması gerektiğini belirtir. Ne var ki, bu düzenin kurulması da oldukça masraflı olacaktır, çünkü güçlü atlar, atlar için gerekli olan donanım, üzengi, nallar, silahlar ve tahıl üretimi yine ciddi bir maliyet gerektirmektedir.[39] Dördüncü olarak ise, süvariler gerçekleşmesi bir hayli uzun sürecek olan özel bir eğitim almalıdırlar. Atlı savaşçılar, esnek gruplar içerisinde mızrak ve kargılarıyla savaşmak zorundadırlar. Savaşçılar, bu savaş sanatı için de önceden hazırlanmalıdırlar. Bunun anlamı da, toplumun kalan kısmı bu yüksek eğitim maliyetini karşılamak ve askerlerin bakım masrafını üstlenmek ve onlara bütünüyle destek olmak zorundadırlar. Quigley’e göre, toplumdaki toprak işleyenler ile savaşçıların birbirlerine sayısal oranı oldukça yüksektir; bu rakam bire yüz gibi bir orandır.[40] Diğer taraftan, Amerikalı profesör göçebe toplumlarının masraflı süvari birlikleri ve onların tahıl ihtiyaçları sorununu nasıl çözebildiklerini açıklamamaktadır. Göçebe insanlar çok sayıda ata sahip olduklarından muharebe meydanında iyi sonuç alabilmek için birden fazla at kullanırlardı. Quigley, göçebe insanların bu gibi temel sorunları daha Roma İmparatorluğu bu sorunlarla karşılaşmadan çok önceleri nasıl çözebildiklerine dair bir cevap veremez.

Quigley’e göre Batı toplumu, aslında çok sayıda değişik kültür katmanından etkilenmiş karma bir hayat tarzına sahiptir. Asya’dan gelen step insanları, Batı medeniyetine toplum organizasyonu ve nal ile üzengi gibi teknolojik gelişmeler noktasında katkıda bulunmuşlardır. Yalnızca nallar sayesinde bile bir at günlerce kullanılabilmiştir. Dolayısıyla, eskisine nispeten daha kısa bir süre içerisinde daha uzun mesafeleri kat etmek mümkün hale gelmiştir. Üzengilerin kullanılması sayesinde ise, mızrak ve kargılar piyade askerlerine karşı daha verimli bir şekilde kullanılabilmiştir. Quigley bu teknolojik gelişmeleri büyük akınlar dönemine tarihler. Bu teknolojik gelişmeler Avrupa’ya büyük bir ihtimalle Hunlarla birlikte ya da diğer Ural-Altay gruplarınca getirilmiştir.[41] Bu buluşlara, ortalama 500 metre mesafeli alaşımlı esnek yayları da dâhil edebiliriz. Bu alaşımlı esnek yaylar, Avrupalıların kullanmış olduklarının neredeyse iki misli mesafe kat edebildiklerinden Batı Avrupalılar bu yaylar hakkında ‘A sagittis hungarorum libera nos Domine’ (Tanrım bizi Macarların okların koru) demişlerdir. Bu dua, Kuzey İtalya şehri Modena’da M.S. 924 yılında kaydedilmiştir.

Yukarıda, Quigley’in ‘medeniyet’ kavramını yazım bilgisi ve şehir hayatının mevcudiyeti ile bağdaştırdığa temas etmiştik. İlginç bir şekilde, bu bakış açısından bile, step kültürü ‘medeniyet’ kavramını karşılamaktadır. Her şeyden önce, Mackinder’in tarif etmiş olduğu 4000 millik alan içerisinde baskın hayat tarzı göçebelik olan ‘yerleşikler’ bulunmaktadır. Bu alan içerisinde ayrıca şehirler ve yerleşim birimleri mevcut olmakla birlikte, drenaj sistemleri ve sulama sistemleri bulunan tarım faaliyetleri de gerçekleştirildiğine şahit olmaktayız. Bu sistemler, Rus arkeologların Orta Asya Harezm bölgesi civarında kadîm kültür araştırmalarına yönelik gerçekleştirilmiş kazılarda ve Macar arkeolog Géza Fehér tarafından kadîm Bulgar kültürü araştırmaları için yapılan çalışmalar esnasında ortaya çıkarılmıştır.[42] Göçebe toplulukları arasında çok sayıda yazı sistemi geliştirilmiş ve runik yazı sistemi kesin olarak kullanılmıştır. Eğer Quigley’in tanımına uyacak olursak, göçebe ve step insanlarının ‘medeniyet’ kavramına dâhil edilmemeleri için herhangi bir sebep görmemekteyiz. Dahası, Step insanlarının kültürüne atıfta bulunurken ‘göçebe medeniyeti’ kavramını ilk kez kullanan Viktor Padányi’ye kesinlikle katılıyoruz.

Onların kültürünün yalnızca yazılı kısmının yanında, şehir hayatına da bilfiil katkıda bulunduklarını belirtmemiz gerekmektedir, fakat bu durumda bile atın onların medeniyetinin merkezinde yer aldığını gözden kaçırmamalıyız. Atın evcilleştirilmesi adeta bir sanat haline gelmiştir. Böylece insan ve hayvan arasında güçlü bir bağ kurulmuş ve atlar taşımacılık için kullanılabilmiştir. Atlar müstakil olarak ya da arabalara koşularak kullanılabilmiştir. Yukarıda, göçebe insanların silah alanında medeniyete hangi teknolojik katkılarda bulunduklarından bahsetmiştik. Muharebe teknikleri alanında ise ‘Blitzkrieg’ -ani atak- uygulamasını sahneye koymuşlardır. Demir ustaları yalnızca silah ve kılıç imal etmekle kalmayıp, aynı zamanda metalürjik teknikleri kullanarak demirden, gümüşten ve altından genellikle üzeri kıymetli taşlarla süslenmiş güzel nesnelerle dolu hazineler yaratmışlardır. Bu ‘İskit, Hun, Kadîm Bulgar, Avar ve Macar hazineleri’ Nándor Fettich ve Gyula László gibi bir dizi Macar akademisyen tarafından araştırılmıştır. Akademisyenlerin çalışmalarında ve düzenledikleri sergilerde, göz kamaştıran bu süslemeleri yapan ‘barbar insanların’, bu kadar güzel hazineler meydana getirme bilgisine nasıl ulaştıklarını kesin olarak bilemiyoruz! Belki de 21. yüzyıl araştırmacıları, önceki yüzyılların tarih yazıcılığına egemen olan Batılı tasvir ve temsillerden kendilerini kurtarabilirler. Ancak bu tarz tasvir ve temsillerden kurtulduktan sonra tarafsız yeniden değerlendirmeler yapılabilir ve Hunların da dâhil olduğu göçebe insanlarının fizikî ve zihnî kültürleri kavranıp çalışılabilir.


BATI ŞUURUNDA HUN TASAVVURU: TASVİRLER, TEMSİLLER VE MEDENİYET
László Marác

Yorumlar